16 Nisan 2011 Cumartesi

Nuh'un gemisi karaya oturdu!

30 Ekim 2010-Hikayenin yazım tarihi

Hayatınızın bir döneminde yaşınızın hiç ilerlememesini istersiniz. Ailenizin ve arkadaşlarınızın geleceğinizle ilgili ya da şuan yaptıklarınızla ilgili soruları karşısında sevdiğiniz bir filmin en beğendiğiniz saniyesini kumandanızla dondurursunuz ya da tekrar tekrar izlersiniz ya, işte ben de öyle bir kumandam olsun isterdim. Kendimle ilgili bir problemim veya hayatla bir alıp veremediğim; daha çok alamadığım bir şeyler vardı. Bunu başkalarının söylemesi maalesef durumu düzeltmiyordu. Büyüklerimin bana nasihat adı altında verdikleri kafa şişirici baloncuklar beni, ne bir filmin baş karakteri yapıyordu ne de çok ünlü bir ressamın tablosunda konuşulan bir insan. Dünyayı kurtaran adamın kızı olmadığımı anladığım anda üniversiteden mezun olalı çok olmuştu.

Yaşadığım kentin adı literatürlerde “taşı toğrağı altın” diye geçiyordu. Oysa etrafınıza baktığınızta taştan topraktan ziyade kalabalık yığını, renkli tabelalar ve gökdelenler geliyordu. Geldiğim yer ise gazetelerin 3.sayfa haberlerine konu olan şehirlerdendi. Bu riyakar şehirde bana doğduğum yerleri hatırlatan tek şey o hüzünlü bakışların sahibiydi. Her sabah elinde bir tomar kağıt ve dosyalarla aleleacele çıktığı apartmanın merdivenlerinde yanından geçen kızın varlığından haberdar mıydı bilemiyorum. Fakat benim de onun hakkında bir bilgi sahibi olduğum söylenemezdi. Nerden gelip nereye gittiğini bilmediğim kapı komşum hakkında kendi araştırmalarımın yetersiz kaldığı anda bir dedektif tutmayı düşündüğümü sadece koltuğun üzerinde miskin miskin yatan kedime söylemiştim. Nankör! Gidip hemen yetiştirmiş mart ayında kırıştırdığı sokaktaki en gözde sarı kuyruklu kediye. Neyse, Allahtan mahalle sakinleri öğrenmedi.

Yine aklımda bin sorunun fink attığı bir gün gazetenin ofisinde gelen bültenlerle ilgileniyordum. Acar muhabir Mehmet Acar, ofise; “İşte bu bee. Sonunda kopardım röportajı.”diyerek girdi. Elindeki dosyayı bana doğru sallayarak; “Yarın tüm Türkiye bizi konuşacak.”dedi ve masama doğru fırlattığı röportaj dosyası kuş tüyü gibi yavaş yavaş konuverdi.

Haftalardır ülke gündemini meşgul eden bir grup vardı. İnternet üzerinden yayınladıkları belgeler hükümetin düşmesine ve muhalefet partilerinin kendine muhalefet etmesine neden oldu. Sitenin adı www.dikkatbizcıkabiliriz.com idi. Bu sitenin kurucusu ve ekibin başı olan Erdoğan Eleverir ile yapılan röportajın detaylarına bakarken gördüğüm bir fotoğraf karşısında beynimde havai fişekleri patlıyor sandım. Saplantı haline getirdiğim komşum elimdeki bir kağıt parçasındaydı. İsmini kafamın içinde sürekli tekrar ederken buldum kendimi: Erdoğaann, Erdoğannn, doğann… Kafamın içinde bir sürü güve; beynimin bir sol löpünü kemiriveriyorlar bir sağ. Acaba hangi ismi doğruydu. Erdoğan Eleverir mi yoksa Doğan Güneş mi?

Fotoğrafa bir dakikadan fazla baktığımı gören damarlarında tavşan kanı gezen çaycı kızıl Sefa; “Hay-hay-hayrola, çok mu be-be-be-beğen di-di din.”diyerek tek şekerli çayımı bırakıverdi. Gayri ihtiyari, olacaklardan bir habersiz, ağzımdan cümleler firar ediverdi; “Birine benzettim. Sadece –kağıtları masaya bıraktım ve sandalyeden kalktım-sadece çok çalıştım ve saçmalıyorum.”dedim ve çayımı da alarak teras katına bu güzelim şehr-i İstanbul’u kafamdaki iki isimli erkekle seyre dalmaya gittim. Arkamda bıraktığım şüpheli bakışların kekeme sahibi Kızıl Gezegen’de big banglere sebep olmuştum.

O gün gündüzle bir anlaşma yapmıştım; gece erkenden çökecekti şehrin üzerine. Birazda gizemli olmak istemişti gece. Yağdırmıştı tüm şiddetini. Pencere önünde sokağı dikizlerken Er-Doğan’ın gölgesi kendinden önce sokağa girdi. Gölgesinden tanımıştım. Bir şeyler vardı iki oda bir salonlu kalbimde ama aşk değildi. Hemen kapıya koştum, kapı deliğinden bakmak için. Apartmana ne zaman girmişti, ne çabuk merdivenleri çıkmıştı, kapıyı ne kadar hızla kapatmıştı anlamamıştım. Road Runner soyuyla bir ilişkisi olup olmadığını düşünmeme neden olmuştu. Rahat durur muyum? Trenin peşinden kovalayan atlı soyguncular gibi avıma yöneldim. Kapısına dayandım. Medeni bir insan gibi zile basmaya başladım. Kapıda bekleme sürem uzadıkça medeniyet dışı, ilkel bir yaratık gibi kapıya abanmaya başladım. Bu böyle olmayacaktı. Hemen eve geri girdim, küçük not kağıtlarından birine bir şeyler yazdım ve kağıdı kapının eşiğinden içeri attım. Duvarları bomboş salonumda beklemeye başladım. Kapım sadece bir kere çaldı. Dakikalar geçti. Devamını bekliyorum ama yok. Deli gibi kapıya doğru yöneldim, bir hışım açtım kapıyı. Karşımda çok sakin ve yüzünde Molla Rıza (Mona Lisa’nın Türk erkek cinsi) gülüşü ile bana bakıyordu. Hiçbir şey demeden içeri girdi.

“Kapıyı kapat.” Sesinde hiçbir anlam yoktu.Peşinden giderken geri dönüşümün olmamasını istediğimi fark ettim. Yavaş adımlarla salonun boş duvarlarına bakıyordu. Durdu. Sağ eliyle duvara dokundu sanki okşar gibi.

“Neden kan kırmızısı?”

“E-Efendimm!!!” Havuç kafalı çaycının kekemeliği sanki bana geçmişti. Bana doğru döndü ve yürüdü. O kadar yakınıma geldi ki ayak uçlarımız birbirine değiyordu, göğüslerim onun göğsüne yaslanmıştı, gözlerinden başka bakacak bir mesafe bırakmamıştı, ağzından çıkacak her kelime ağzıma düşecek gibiydi.

“Neyin peşinde olduğunu biliyorum ama sen bilmiyorsun. İstediğin her şey ofiste arkadaşının masasında. Daha fazlasına gerek yok.” Ağzımı açacak gibi oldum. Birden bir hızla duvara yasladı beni ve kollarımı. Bana dokunmasını sevmiştim. Biraz daha debelendim, o biraz daha yaslandı vücuduma. Ben biraz daha, o biraz daha… O an evin sıcaklığı derecede 40 fah'dı. Dudaklarını koparacak gibi öpmeye başladım. Başımı geri çektim ve “Neyin peşinde olduğumu bilmiyorsun” dedim ve tekrar öptüm. Geri çekildi “Üzgünüm, beklediğin Nuh’un Gemisi ben değilim” Arkasına bile bakmadı, gitti. Ben duvara çakılmış bir çivi gibi çakılıp kalmıştım. Evet, evet bir çivi gibi. Bazen hayatınızın bazı anlarında insan olmaktan çıkarsınız ve bir nesneye bürünürsünüz. Öyle hissedersiniz kendinizi. Ben duvardaki bir çiviydim. Salonumun duvarları artık boş değildi. Duvarın dibine çöküp kalmayacaktım ya da salonda volta atmayacaktım, bir not daha yazmayacaktım. Gidecektim. Kapımı açtığımda merdivenlerden aşağıya biri hızlı adımlarla iniyordu. Ardından baktım, sadece gölgesini görebildim. Er-Doğan’ın kapısına yöneldim, kapı yarı açıktı. Yavaşça ittim. Karanlık bir tünelin sonunda görülen ışık gibi koridorun sonundaki oda. Tedirgin ama bir o kadar da dikkatli yürüyorum. Söylemiştim ya gazetelerin 3.sayfa haberlerine konu olan yerlerden geliyordum. Elime koridorun duvarında aslılı olan Eros’un oklarını aldım. Okun ucunun gösterdiği yeri görüyorum sadece. Havaya girmiştim. Biri çıksa karşıma şiş kebap olacak adeta. Gördüğüm manzara karşısında sırtımdaki ok çuvalındaki tüm oklar sırtıma saplandı sandım. Elimdekileri attım ve yerde sere serpe yatan Er-Doğan’ın yanına çömeldim. Sol yanında 2 kurşun yarası vardı. Avucumun içine aldım başını, duvarda yazan yazıya baktım: “DIK-DIKKAT BİİZZ CI-CI-CIKABILIRIZ”

“Neden Nuh’un Gemisi olmadığımı anladın mı? Çünkü ben, çünkü ben…”

“Erdoğann”

“Çünkü ben tufanın ta kendisiyim.” Ağzından kan gelmeye başlamıştı. Kendi kendime ambulansı aramalıyım dedim. “Yaseminnn, dur,dur.” Nefes almakta zorlanıyordu. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu. “Ke-kee” nefes almaya çalıştı ama kan, kan, hep kan.

Sadece “Keeee”.

Hayatımın bu anında sevdiğim bir filmin en beğendiğim karesini izlemek istiyordum. Hep o sahne oynuyor olsa keşke.

Taşı toprağı hüzün olan bu kentten kendimi zorunlu göçe tabi tutuyorum. Gazetelerin dış haberler sayfalarındaki ülkelere atıyorum kendimi. Alışabileceğim bir iklim, çıplak ayakla yürüyebileceğim bir toprak ve havasını içime çekebileceğim bir gökyüzü daha var mı bilmiyorum. Nuh’un Gemisi ile olmasada bazen gitmek kalmaktan daha iyidir.

Bunu biliyorum.

SON

NOT: BU HİKAYE BAŞKA BİR KITADA OLAN DOSTUMA. UZAKLAR SADECE MATEMATİKSEL TERİMLERLE İFADE EDİLİR. HANGİ ENLEM, BOYLAM, KITA... FARK EDER Mİ UZAKLARI YAKIN ETMEYE? BİZ HEP YAKINIZ.

1 yorum:

  1. Meral'ciğim kıtalar, enlemler, boylamlar fark etmezmiş gerçekten uzakları yakın etmeye. Her akşam yazılarını okuyunca anlıyorum ben de...

    YanıtlaSil